Ana içeriğe atla

TAKVÂ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla,


Hamd; mutlak galibiyetin yegâne sahibi olan, nûruyla semâları, arzı ve tüm âlemleri yaratan, hidâyet râhını her dem kullarının ebedî kurtuluşuna vesile eyleyen, azâmet ve kibriyâsında tek olan, rahmet ve merhametinden ümit kesilmeyen; âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Hakk'adır.

Lâyık olduğu vecihle, zâtının nihayetsiz keremi ve celâlinin sonsuz izzetine yakışır bir şekilde O'na hamd olsun.

Sonsuz salât-ü selâm; Rahmeten lil Âlemîn, Sevgililer Sevgilisi, Resûl-ü Kibriyâ, Hatem-ül Enbiyâ, Eşref-i Mahlûkat, Ekmel-i Mevcûdât, Habîb-i Hüdâ, Nebîler Nebîsi Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.s.) ve O'nun nûrlu âlinin, ashâbının ve yolunun izini süren dava erlerinin üzerine olsun.

Kalb; nazargâhı ilâhidir. Cenâb-ı Hakk'ın nazar ettiği yer olan kalb, imânın aynasıdır.

Kalb olmaksızın vücûd hiçbir kıymet teşkil etmez. Allah tekaddes hazretleri, bilinmekliği murâd ettiği için, zâtına muhatap kılınması için Âdem'i yarattı. Bu kavrayış ve oluş ancak kalb'de, gönülde zuhûr eder. Hakk'a teslim edilebildiği sürece bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına nûr yağdıran tabiri caizse bir projektör halini alır; yüzü maddiyâta, cismâniyete dönük kaldığı zamanlarda da şeytanın ve nefsin zehirli ve öldürücü oklarının hedefi haline gelir.

İçinde imân olmayan kalb; ötelere karşı iştiyak duymayan ölü bir kaptır, cesettir.

Rabbü'l Âlemîn buyuruyor ki; "Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şâhid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır."
(Kaf/50, 37.) 

Kalbin gereği ise; şirk dâhil, Cenâb-ı Hakk'ın nehyettiği her günah ve yasaktan veya O'nun emrettiği herhangi bir mükellefiyeti yerine getirmemekten sakınmaktır.
Buna da takvâ denir.

Takvâ sahiplerine gelince, onlar için; cennet hazırlanmış, bununla ebedî hayat emniyeti gerçekleşmiş, amellerinin kabul edileceği vaad edilmiş, 'Allah'ın dostları' olarak yüceltilmişlerdir.

Korku ve üzüntü gününde o her varlığı sarsacak geçici dehşetin dışında, kendilerinden korku ve üzüntü kaldırılmış, dünyada zaferle taçlanmaları ve ibâdetleri hakkıyla yerine getirebilmeleri hususunda ilâhi yardıma mazhar olmuşlar, kendilerine, herkese ağır gelen sıkıntılardan kolayca halâs olabilme ile hiç ummadıkları yerden rızıklarla kuşatılmışlardır.

Nitekim Allah takvâ ehlini şöyle müjdeliyor: "Kim Allah'tan korkarsa, (Allah) bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır."
(Talak/65, 2-3.)

"Rabbinizden bir bağışa ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, takvâ sahipleri için hazırlanmış bulunan cennete koşun."
(Âl-i İmrân/3, 133.)

Bunlar ki, takvâ sahiplerinin dışında hiç kimsenin erişemeyeceği müjde ve lütûflardır.

Hadis-i şerifte ise şunlar rivayet ediliyor: 
"Kıyâmet günü bir münâdî şöyle seslenir: 'Ey Allah'ın kulları!
Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.' 

Bütün insanlar başlarını kaldırarak; 'Biz Allah'ın kullarıyız' derler. 

Münâdî; 'Ayetlerimize inanıp Müslüman olanlar' ifadesini ekleyince, kâfirler başlarını eğerler, tevhîd ehlinin başı kaldırılmış olarak kalır. 

Sonra Münâdî; 'İmân edip takvâ sahibi olanlar' kaydını ekler.
O zaman kibirliler de başlarını eğerler, müttakîler kalır.
Kerîm olan Allah, vaad ettiği gibi, onlardaki korku ve üzüntüyü gidermiştir. 

Çünkü O, kerem sahiplerinin en keremlisidir.
Dostlarını terk etmediği gibi tehlike anında onları düşmanlarına da teslim etmez."

Çünkü O, "Müttakîler güvenilir bir makamdadırlar" 
(Duhân/44, 51.) buyurmuştur.

Takvânın özü ve hakîkâti; Allah'tan korkma ve çekinmedir. 

Ayrıca Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Rabbi'nin huzurunda hesap vermekten çekinen kimseye iki cennet vardır." 
(Rahmân/55, 46.) 

"Ama kim Rabbi'nin huzurunda hesap vermekten çekinir ve nefsi kötü heveslerden men ederse, (onun için) gidilecek yer cennettir." 
(Naziât/79, 40-41.)

Böylece ilmiyle her seyi kuşatan Allah, havfın takvâdan önce geldiğini de bildirmektedir.

Allah'a karşı takvâ sahibi olmanın aslı O'ndan korkmak (havf) olunca, Allah onlara korktukları şeyin yerine emniyet ve selâmet vaad ederek şöyle fermân ediyor: "Oraya esenlik ve güven içinde giriniz." 
(Hicr/15, 46.) 

"O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir; yoksa kıyâmet günü güvenle gelen mi?" (Fussilet/41, 40.)

Bu minvâlde İbn Mübarek ez-Zühd de şöyle nakletmiştir: "Allah, kıyâmet günü; 'İzzet ve celâlime yemin ederim ki, bugün herhangi bir kulum için iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Kim dünyada benden korkmuşsa; bugün emniyette olacak, kim de dünyada benden emin yaşadıysa; bugün onu korkutacağım."

İnsan o gün bu kalblerden yalnızca birine sahip olacak. Ya dünyada iken Allah için takvâ üzere olup korkan bir kalbdir ki; dünyadayken sabrettiği için karşılaştığı müjdeler, ulaştığı emniyet ve rıza ile Allah'ın övgüsüne mazhardır. 

Ya da dünyada nefsine ve şeytana teslim bir şekilde gaflet, aldanmışlık ve emniyet içinde yaşamış bir kalbdir ki; artık asıl korku ve dehşet içinde, gaflet ve aldanmışlığının cezasıyla büyük bir pişmanlık içerisinde, Allah'ın kat kat artan cehennem azabından kurtulamayacağı gerçeğiyle başbaşadır. 

Allah'ın huzuruna hangi kalble çıkacağını seçmekle mükellef olduğu için dünyadadır insan.

Çünkü O'nu ancak doğru olanlar doğrular ve ancak yalancı olanlar yalanlar...

Ki Allah vaadinden asla dönmez. 

Takvâ ehlinin kalplerini nûrlandırmış, onları izzetli kılarak yarattığı tüm varlıklardan müstağni kılmış ve onlara kendisine ibâdet etme aşkı ve lezzeti nimetini bahşetmiştir. 

O'ndan havf etmelerine (korkmalarına) rağmen her daim O'na hüsn-ü zan beslemelerini ve O'na ümitle, iştiyâkle bağlanmalarını lûtfetmiştir.

Müttakîler, dünyadan kendilerine bahşedilen az bir varlıkla muazzam bir kanaât mertebesine yükseltilmişlerdir. Bu kanaât içinde de güzel bir hayat geçirmeleri ve yardıma nâil olmaları dilenmiştir. 

İşte bunlar, Allah'ın kendilerine vaad ettiğidir.

Onun için buyrulmuştur ki; "Allah, takvâ sahipleri ve iyilik yapanlarla beraberdir." (Nahl/16, 128.)

Allah'ın, rahmeti ve inâyetiyle yanında bulunduğu kişi, hiç zulme, yalnızlığa ve terk edilmişliğe uğrar mı? Onlar, Allah'la ünsiyetleri, O'na münacatları tam olması adına, yalnız O'na teslim olur, yalnız O'na güvenir, sırlarını ve hâllerini yalnız O'na tevdi eder, yalnız O'na sığınırlar.

Ve takvâ ancak abidlerin, güçlü olanlarının makamıdır. 

Velhâsıl, sözü özüne teslim ederek diyelim ki; "Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nûr bulursun. İşte o âlemin anahtarı 'ma'rifetullah' ve 'vahdaniyet' sırlarını ifâde eden 'la ilahe illallah' kelime-i kudsiyesiyle kalbi söyletmek ve ruhu işletmektir." 

Bu hakîkâti kavrayan ve bunu tüm insanlığa duyurmak için ömrünü bu gayretle asıl sahibi olan Hakk'a adayan kalb-i selim sahiplerine...


Tâ gönülden vesselâm!







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol