Ana içeriğe atla

MA'ŞÛK-İ HAKÎKÎ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...


Sonsuz hamd, nihâyetsiz senâ; hidâyet ve ibâdet zevkini kuluna bahşeyleyen Vehhâb-ı Kerîm, Kâdir-i Kavî, Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Cemâl, ve’l-Kemâl ve tekaddes Hazretleri Rabbü'l Âlemîn'edir.

Salât ve selâm; pür cemâl, pür kemâl, pür rahm-ü şefkât, Rabb-i Hakîm'in ruhlarımıza tecellisi güzeller güzeli nebîyyullah, şefiyullah, şifâyullah, biricik Râsûlullah Efendimiz'edir.

İmân aynasının iki yüzü vardır; buğd-i fillâh, hubb-i fillâh.

Bu şu demektir: mümin yalnızca Rabbi olan Allah için buğzetmeli ve yalnızca Allah için sevmelidir.

Aynı zamanda bu ispat, âşık olanın mâşuğuna hâl diliyle göstermesi gereken iki haslettir. Bunlar; tevellâ ve teberrâ. 

'Tevellâ' yani hatalardan, günahlardan, günaha götürenlerden, hüsn-ü zan beslenmesi gerekenlere sû-i zan besleyenlerden yüz çevirmek; 'teberrâ' yani doğruluğun ve güzelliğin safhında yer almak, hatta bunun için her şeyini fedâ edebilmek hüneridir.

Tüm bu vasıflarla bezenip, hayatın her safhasında bu hâllerde kâim olacak şekilde yaşamak hüneri ise 'fütüvvet'tir.

Asıl erlik makâmı ise tam olarak budur. Zira bu kâinât bu mânâ ile nûrlanmış, özünü kabul etmiş kalb için yaratılmıştır. 

Dolayısıyla hilkâtin murâdına tâbi olan da olmayan da; o mânâ hürmetine nasiplendirilir. Kimisi lûtuf ile, kimisi kâhır ile, kimisi nûru ile, kimisi de nârı ile müsemmâ olur.
İşte bu sır ile de kalb terbiye olarak nefs-i insanîye ulaşır.

Bu mânâdan yoksun olarak cereyan eden aşklar, hakîkî aşk olmadıklarından, hevesten ibaret kalarak; sonu rüsvâlık olur.

Bu âlemin geçiciliğine, keyiflerinin ve zevklerinin fânîliğine en keskin delil; nazarımızda kıymet verdiğimiz şeylerin bir zaman sonra nazarımızdan düşüşü, silinişi ve unutuluşudur.

Zâhirî güzellikler yok olup gidicidir. Güzel olarak nitelendirilen şey, mânâ ile bâkî güzelliğe eriştirildiyse müstesna!

Aksi hâlde; hem duyduğu hissiyâtı, hem de muhabbet duyduğu şey hiç şüphesiz ki ifnâ olacaktır. Böyle bir hayâl, böyle bir riyâ; hiç aşk olarak tefsîr edilebilir mi?

Değil midir ki, mânâ; insanı, enâniyetinden soyan bir cevherdir? 

Ve degil midir ki aşk; insanın hakîkâtinde sırlanmış bir ilâhi ayna?

Öyledir.. 

Hakîkî aşk; Ma'şuk-i Hakîkî'yi takdîr ile müşahededir...

Aslolan gâye ve maksûda ulaştırmayan mânâ; aşktan mahrum kalmış demektir.

Nefsî, dünyevî, hatta uhrevî keyif ve zevkleri aşk zanneden kişi, henüz aşkın namzetidir; fakat asla mahremi değildir...

Bir şey hakîkâtiyle hemhâl olamamışsa, o şey; 'hebâen mensûrâ'dır. Nitekim bitecek. Kaldı ki bu âlemin kendisi yok olup gidecek. 

Daima ölen ve her ân eriyen bir âlem, çürüyen bir vücûd nasıl o aşk mânâsına muhâtap olabilir? Buldum sandığı yerde neden med cezir yaşar? 

Elbette mümkün değildir. Çünkü hâkîkî aşk tecellî ettiyse beden kalmamıştır. Yok, bedeni kalmışsa; henüz mânâ o kalbi ihâta etmemiştir. 

Sultân Şeyh Gâlib Dede'nin söylediği gibi: "Âşıkta keder neyler; gam, halk-ı cihânındır."
Âşk isti'dâdı tükenip gidici sevgilere mahkûm olmamak, bâki olanı fâniye yağmalamamaktır.

Duha Sûresi 7. ayetinde Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Sen bize duyduğun aşk-ı ilâhî hasebiyle kendini ve efrâdını bilmez hâldeydin de sana Ma'şûk'unun vuslatını ve hiç kimsenin mazhar olamadığı en büyük ülfeti, yâr ile sohbeti bahşeylemedi mi? Seni ezelden kendine müştâk olarak icâd eylemedi mi?"

Hakîkî mânâ, bizzat Ma'şûk-i Hakîkî Rabbü'l Âlemîn'in iltifatına mazhar olmaya vesiledir.

Kişinin teslimiyeti kalbdedir.
Kalbin emrinde olan mânâ, Allah'a kendini kurban ederse zaten o kişi canını ölmeden Rahman'a teslim etmiş hükmündedir. Mefhûm-u muhalifi olarak, kalben mânâ ile teslim olamayan kişi ise savaşta dahi ölse şehîd değildir.

Neden? Çünkü heva ve hevesini, tüm benliğini, vâriyetini Allah-u Teâlâ'ya teslim eden kişi ancak bu yola revân olmuş, bir ölüp; ebedî olarak binlerce kez dirilmiştir.

Kalbin teslimiyet makâmında takvâ ile kâim olmasıyla; Hakk muhabbeti için Hakk'a kurban olunur. Böyle bir kalb de artık Arş-ı İlâhî'dir.

Bu minvâlde bir Hakk aşığı şöyle niyaz eder:

"Ey en hayırlı dost ve can yoldaşı! Ey en hayırlı arkadaş ve yoldaş! Ne mutlu, sadece Seninle yetinen, başka bir şey istemeyen kimseye!

Ey Allah'ım! Senden başkasının zikrini nasıl dilime dolarım? Senden başkasının sûretiyle nasıl gözümü boyarım? Senden başkasının sevgisiyle nasıl kalbimi oyalarım? Sen ki benim dostum iken ben kimi öveyim? Sen benim arzum iken ben kimi isteyeyim? Ey Rabbim, Seni tanıdıktan sonra başkasıyla beni zelil etme.

Seni tanıyan kişinin, Senden başkasına nasıl tenezzül ettiğine şaşarım!

Sana dost olan kişinin, Senden başkasından nasıl kaçmadığına şaşarım!

Seni isteyen kişinin, Senden başkasını nasıl istediğine şaşarım!

Seninle mutlu olamayan kimse; ne ile mutlu olabilir!?"

Velhâsıl, milyarlarca yıldız ve galaksinin arasında seçilemeyecek bir noktada, o noktanın da içerisinde seçilemeyecek bir nokta hüviyetinde hiçlik âleminde şu aciz bedeninle bir hiçsin.

Ama mânânla; o mânâya yakınlaşarak, aşktan aldığın feyizle âlemlerden büyüksün!
Öyleyse, halka menfûr olmadan; Hakk'a makbûl ol...

Vesselâm...



 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol