Ana içeriğe atla

AHLÂK-I İRÂDE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...


Nihâyetsiz hamd; âlemleri aşk ile var eden, nûruyla cümle kâinâtı tenvîr eden, hidâyet râhını daima kullarına feth-ü küşâd eyleyen âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Hakk'adır.

Sonsuz salât-ü selâm; Rahmeten lil Âlemîn, kâinâtın biricik Efendisi, Habîb-i Kibriyâ, Sultân-ı Enbiyâ, Eşref-i Mahlûkât, Ekmel-i Mevcûdât Efendimiz ve O'nun kutlu âline, ashâbına ve nûrlu yolunun takipçilerinin üzerinedir.

İnsan; en güzel, en donanımlı, en üstün, tam fevkînde yaratılmış bir varlıktır.

Haysiyetli, şerefli, mümtaz, medenî ve nazenin bir varlık statüsünde yaratıldığından, insaniyete lâyık bir şerefle, tam olması gerektiği şekilde de yaşamak ister. Ne var ki, insan yaratılışı gereği âciz ve zayıftır. İhtiyaçları, kâinatın her tarafına dağılmış olan insanın başına buyruk şekilde hayatın akışına uyum sağlaması ise imkânsızdır.

İnsanı, esfel-i safîlin çukurundan, eşref-i mahlûkât enginlerine çıkaracak sır tam da buradadır.

Acz ve zaafı insanı, Kadir-i Mutlâk'a sığınmaya, dayanmaya, güvenmeye, teslim olarak huzuruna ilticaya yöneltir. Çünkü acz ve zaafın karşılığını bulması, eksiğini tamamlaması, imânın gerektirdiği ahlâkî yapıya göre dizayn edilmiştir.

Buna uymayan bir hayat sürdürülürse, fıtratın akışına aykırı bir yol seçilmiş olur. Bu da beraberinde birçok sorun ve içinden çıkılamaz problemi getirir.

Öyle ki, yaratılışın hakîkâti gereğinin dışına çıkıldığında, ölümün, ayrılığın, huzursuzlukların ve iç sıkıntıların azabından kurtulmak için hiçbir bağlayıcılığı olmayan kontrolsuz ve özgür bir dünya oluşturma ve içerisinde kuralsızca yaşama çabasına girilir. 

Eğlence, alkol, uyuşturucu, şehvet ve benzeri alışkanlıkların bataklığında, hadsiz nihayetsiz gayr-i ahlâkî hâllere düçar olunacağı ve sonuçları kaçınılmazdır.

Maddeye olan eğilim, mânâdan uzaklaşmayı getirdiğinden, teknolojinin ve olanaklarının daha ziyade nefse, egoizme, enâniyete, üretimden uzak bir tüketime, oyun ve eğlenceye hizmet ettiğinden, ne yazık ki ahlâkî hayat, düzen, intizam, huzur ve güven kökünden ifsat olmuştur.

Ruh, kalp ve aklın, ayrı ayrı hepsinin yaratılış maksadına uygun olarak kullanılması ve vahiy prensiplerinin pratik hayata geçirilmesiyle kâinâta adapte olunur, yaratıcıya muhatabiyet başlar. 

Bu anlamda elbette ki ancak İslâmiyet, insanın yemesinden içmesine, konuşmasından susmasına, çalışmasından dinlenmesine, eğlenmesinden gezmesine, göz açmasından göz kapamasına en ince hâl ve davranışlarına kadar hassas ölçülerle dizayn edilmiş, keyfîliği önlemiş, israfın önüne geçmiş, en değerli kavramları ayaklar altında çiğnemekten ve çiğnetmekten uzak tutmuş, insanı bir başkasının maskarası olmaktan kurtarmış, lâyık olunduğunca vakarlı, huzurlu ve güvenli bir hayat bahşetmiştir. 

Nitekim, ona göre, buna göre, şuna göre bir hayat tarzını değil; İlâhi hakîkâtlere göre hakîkî mânâda yaşama tarzı, medeniyeti sunmuştur.

Çünkü ancak imân esasları insan fıtratına hitâp eder. Genelinden en ince ayrıntısına kadar ancak Kur'ân ve Sünnet-i Seniyye vazife ve yetkileri açıklayarak hakların beraberinde adaleti ve görevleri belirler. 

Meseleler hiçkimsenin şahsî, keyfî, beşerî istek ve arzularına bırakılmayarak; âdil ve yaratılış fıtratına uygun mesuliyetler ve sorumluluklar bütünü olarak ele alınır. Bu ölçü dışına çıkıldığında; hazcılık, çıkarcılık, egoizm, türlü ideolojik saplantılar, beraberinde ırkçılık, narsizm, sadizm, mazoşizm ve diktatörlük gibi dehşetli, sonu hüsrân ile neticelenen sonuçlar doğuracaktır. 

Sonu gelmeyen arzu ve hevesini tatmin etmek isteyen insan, hem düşünme hem de onları elde etme hırsı ve çabasına girer. Bu da yakıcı elemler, çok yönlü sıkıntılar verir. Bu noktada akıl dalâlete ve sapıklığa, kalp karanlığa ve bunalıma, beden ise israfa sapar.

Bundandır ki ahlâk bilinci; insan nefsindeki kuvvetleri, aslolan yaratılış maksadına yönelten faziletler ve reziletler ilmidir. İnsana nefsini faziletlerle yüceltme, reziletlerden de muhafaza etme yollarını gösterir. 

Bu hususta Kur'anı ve Ehl-i Sünnet yaklaşımını hakîkâtleriyle ortaya koyan Üstâdımız Bedîüzzamân Said Nursî Hz. der ki: "Cenâb-ı Hakk bir şeyi emreder, sonra hasen/güzel olur; nehyeder/yasaklar, sonra kabih/çirkin olur. Demek, emir ile güzellik; nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder." 

İnsan kendi başına, fiil ve davranışlarından hangisinin meşrû, hangisinin gayr-i meşrû olduğunu bilemez. Bir ayette; "De ki: Allah kötü olan şeyi emretmez. Allah hakkında bilmedikleri bir şeyi mi söylüyorlar?" [A'raf, 27]  diyerek çirkin olan bir şeye uyulmamasına dikkat çekilirken, bir başkasında; "Zinaya yaklaşmayın, o çirkin bir iştir" [İsrâ, 32] diye emredilir. 

Bir diğerinde de, en güzel ölçü olan peygambere uymanın güzelliğinden bahsedilir; "Kim peygambere imân eder ve güzel işler yaparak hâlini düzeltirse, işte onlara ne korku vardır, ne de mahzun olacaklardır."
[En'âm, 48] 

Gerçek hürriyet; şeriâtin adap ve ölçülerine riayet etmek ve güzel bir ahlâk ile ahlâklanmakladır.

Buna binâen, ahlâkın zirvesindeki kâinatın övuncü, yüce nûr; "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur. İlk insan, ilk atamız, ilk peygamber Hz. Adem (as) ile başlayan ahlâk, son peygamber, yegâne ve biricik Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sas) ile kemâline ulaşmıştır. 

Âriflerden birine,
 "Muhabbetin hakîkâti nedir?" diye sorulur; "Sevgili'nin emr(in)e uymaktır" diye cevap verir... 

Velhâsıl, madem her nefeste insana hakîkât talim ettirilmekte, o halde insana yakışan, her nefeste cânanına kavuşma tâlimi ve bilinci değil midir? 

Ki kendi irâdesiyle cânını verenlere sehid denilmekte iken.. 
Ya ömrünü bu istikâmette, böyle sarf edenlere neler bahşedilmekte?

"Vâsıl olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan,
Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pürnûr olmadan!"

Vesselâm...



 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol