Ana içeriğe atla

NÛRUN ÂLÂ NÛR

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...


Hamd; âlemleri aşk ile halk eden, nûruyla tüm kâinatı tenvîr eden, hidâyet râhını her daim kullarına bahşeyleyen Rabbü'l Âlemîn'edir.

Salât-ü selâm; nûrun ta kendisi, Eşref-i Mahlûkat, Ekmel-i Mevcûdât olan Efendiler Efendisi peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.s), O'nun kutlu âl ve ashâbının üzerine olsun.

Aslolanın aslını, özün özünü bulma zevki ve derdi...
Bütün mesele bu.

Bu demlere yükselten nefes, hû demiyle esmeye başlamadıysa anlaşılmaz.

Şefkât ve cemâl nefesi sarıp sarmalamadıysa, ateşi kasıp kavurmadıysa anlatılmaz.

Bu tûfan, ne varsa her şeyi unutturacak şiddete erişmediyse; celâlden cemâle yol bulunmaz.

Derdin dermanındaki inleten nefeste saklı o sır. 

Ney der ki bu yüzden: "Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nûr, onu işitecek kudret yoktur." 

Nefes sırdır; fakat madde âlemine yansıyan husûsiyeti aşikârdır. O nefes ney ve sesten ibaret sanılırsa; neyzen bilinmez. Neyzen bilinmezse; murâd-ı maksâdı da bilinmez.

Bilmek için rûh ve kalbin kulağıyla dinlemek, gözüyle görmek icâb eder.

Zirâ bu kâinattaki her şey ışığın marifetiyle görülür ve farkedilir. Diğer âlemler için güneş dahi yetmez. Hakîkâtini görebilmek, görülenlerin ne olduğunu fark edebilmek için bambaşka bir ışığa ihtiyaç vardır. O ışığın adı da Nûr-u Muhammedî'dir.

Cenâb-ı Hakk'ın tüm âlemlere bahşettiği en muazzam nûrdur. 
Öyledir ki O; nûrun alâ nûrdur.

O nûra erişemeden ve o nûrdan yaratıldığını idrâk edip tasdîklemeden hiçbir şey bilinmez, bulunmaz, olunmaz. Bilmek de, bulmak da, olmak da o nûr iledir; sır tam da budur.

Maddenin mânâyı kapladığı bir âlemde, âlemler ötesine ait sır bilinebilir mi?
Ha kezâ; asla...

Çünkü ilk yaratılan, O’nun mübarek nûrudur.
Gerisi o nûrun  yansımasıdır yalnızca… 

Niyâz-i Mısrî'nin hani o tüm kelimelerin mânâsını bir naata sığdırdığınca: 

“Zuhûru kâinâtın ma’denîsin yâ Râsûlallah,
Rumûzu küntü kenz’in mahzenisin yâ Râsûlallah,
Beşer denen bu âlem ki senin sûretle şahsındır;
Hakîkâtte hüviyyette değilsin yâ Râsûlallah!

Vücûdun cümle mevcûdatı nice câmi olduysa,
Dahi ilmin muhît oldu kamûsun yâ Râsûlallah,
Dehânın menba-i esrâr ilmi men ledünnîdir;
Hakâyik ilminin sen mahremisin yâ Râsûlallah!

Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,
İçinde cümlenin ser’askerîsin yâ Râsûlallah,
Cihân bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak;
Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Râsûlallah!

Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yok ederdi;
Vücûdun zahmının sen merhemisin yâ Râsûlallah...”


Bundandır ki aşk; nûrun içindeki ateş, recâ; ateşin içindeki nûrdur.

Marifet ise nûrun içindeki nûrdur.
Aşık, kalbindeki nûrla konuştuğunda, kalbinden taşan nûrlar nefesinden çıkarak yayılır ve nûr ehlinin kalbine ulaşır.

Yani nûr nûra, damla denize kavuşur.

Aşkla çarpan kalpler; gündüzün aydınlığından daha aydınlık, o nûrdan mahrum olan aşksız kalpler de; gecenin karanlığından daha karanlıktır.

Hakîkât-i Muhammedî; mânâların özü, hidâyetin nûrudur.
Kula, Cenâb-ı Hakk tarafından muvaffakiyyet ve inâyet takdîr edilirse, kul da marifetle, ilâhi himâyenin nûrlu vahâsına erişir.

Bu minvâlde Zünnûn (r.a.) hatıratlarından hoş bir dialoğu şöyle naklediyor:

Bir seferinde Beytullah'ı tavaf ederken; 'Sen, Sen, Sen!...' diyerek, başka hiçbir söz söylemeden tavaf eden bir zenciye denk geldim.
Ona; 'Ey Allah'ın kulu, bu sözle ne kastediyorsun?' diye sordum, bana bu şiirle cevap verdi:

"Âşıkların arasında fâş edilmemesi gereken bir sır,
Hiçbir kalemin yazamadığı bir hat vardır.
Âşığın her dem taşıdığı ateşi,
Kendisinin bir parçası olmuş ünsiyeti,
İçinde olanlardan haber veren nûru vardır.

Bir karşılık beklemeden O'nu özledim,
O'nunla paylaşılan suskunluğun sırlarını sayıklarım..."


Âh... O vâhâda artık; konuşmak da birdir, susmak da...

Marifetin özü; nûrun kanadıyla uçar. Rahmet ilhâmlarının otağında ve izzetin sonsuzluğu çevresinde dolaşır, mukaddes âlemlerde gezinir; bazen avaz avaz, bazen sessiz, sözsüz, dilsiz...

Rabbü'l Âlemîn'in rahmet ve merhametle nazar ettiği, belâgat ve fesahat yağmurunu şefkatle üzerine yağdırdığı, yakînliği ve muhabbeti ile kuşattığı, basiretle ferâsetin mekânı kıldığı, gaflet ve cehâlet kirlerinden arındırdığı, nûra garkettiği kalpler ancak huzura kavuşur ve sükûna erer.

Hiç şüphesiz ki; "Allah nûrunu tamamlayacaktır..."
(Saff, 61/8.)

Cenâb-ı Hakk benliklerimizin nârından azâd kılıp, kalplerimizi Nûr-u Muhammedî ile tenvîr eylesin...

Vesselâm.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol