Ana içeriğe atla

MEKÂRİM-İ AHLÂK

 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...


Sonsuz hamd, nihâyetsiz senâ; hidâyet ve ibâdet zevkini kuluna bahşeyleyen Vehhâb-ı Kerîm, Kâdir-i Kavî, Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Cemâl, ve’l-Kemâl ve tekaddes Hazretleri Rabbü'l Âlemîn'edir.

Sâlât ve selâm; pür cemâl, pür kemâl, pür rahm-ü şefkât, Rabb-i Hakîm'in ruhlarımıza tecellisi güzeller güzeli nebîyyullah, şefiyullah, şifayullah, biricik Râsûlullah Efendimiz'edir.

O Sultan-ı Enbiyâ Efendimiz ki bir Hadis-i Şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Eddebeni rabbî fe ahsene te’dibehu.”

(Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi güzel kıldı, edebi ben Allah’tan aldım.
O ne güzel terbiye ihsân eder, sevdiği kullara edeble ikrâmda bulunur.)


Edep; haddini bilmek, eline, beline, diline ve dahi kendine sâhip olmak şeklinde husûsiyet arz etse de, hakîkî mânâda çok hassas bir inceliğe vâkıftır.

Her şey taklit edilebilir fakat edep ve ahlâkın sahtesi yoktur, taklit edilemez.
İnsanın özünde, hilkât ve fıtratındadır.

İhlâsın kalpte neş'et eden, kalbi ihâta eden ve fiiliyâta sevk eden noktası edeptir.
Edep de; nazargâh-ı ilâhi olan kalbin ahlâkıdır. İmânın temekkün ve tecessüm ettiği kalp mekânının cevheri ve incisidir.

Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu amellere rağbet ederek sevmesi, Cenâb-ı Hakk'ın rızasının olmadığı her şeyden buğzederek uzaklaşması, o muhabbet-i ilâhiden mahrum kalma korkusunun kalpte yerleşmiş olmasının tezâhürüdür.

Allah-u Teâlâ, muhabbetle zâtına imân edenlerin edebe mazhar olduklarını, Kur'ân-ı Kerim'in Hucûrat Sûresi 7. ayetinde; "İmânı kalplerinize sevdirdi"  yüce kelâmıyla beyân etmektedir.

Dolayısıyla kalbe edep tam yerleşmeden imân da zuhûr etmez.

Menşei itibariyle edebin asıl mekânı kalp olduğu için kalpteki o letâfetle ancak Lâtif sırrına erişilebilir.

Ancak o zaman; "Allâhu lâtifun bi ibâdihî",  "Allah kullarına çok lûtufkârdır" ayet-i kerimesinin mânâsından nasibdâr olarak lûtf-i ilâhisine nâil olunabilir.

Edep ve ahlâk ne güzeldir; sahibine de, başkalarına da ikrâmdır.
Bunun yoksunluğu ne çirkindir; sahibine külfet, başkalarına da yüktür, eziyettir.

Aşk eri Nâbî'nin nazenin lisânıyla; "Sakın terki edepten, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu, nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu"...

"Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzerinesin."
(Kalem Sûresi, 4) 

Râsûl-ü Zişân Efendimiz'in ahlâkından suâl edildiğinde Hz. Aişe (r.a) annemiz mâkûl olan en hakîkî cevabı şöyle vermiştir: “O'nun ahlâkı Kur’ân’dan ibaret idi.” 

Mânâsı elbette ki şudur: “Kur’ân hangi âdabı öğretiyorsa onları uygulardı.”

Dolayısı ile edebin ihâta etmediği hiçbir şey yoktur. 
Çünkü Rabbü'l Âlemîn bu kâinatı nizâm ve intizam ile, murad ve muhabbeti ile yarattı. 

Her ne kadar ilmiyle, marifetiyle, kudretiyle ve hakîmiyetiyle; bâtîni ve zâhîri zuhûr perdeleriyle perdelese de netice itibariyle künh deminde bu muhabbet vardır. 

Bu sebeple özünde tüm bu muhabbetten aldığı ilham ile insana inceliği, güzelliği, ahlâkı bahşeden edep, tüm kâinatı ve içindekileri ihâta ve ihyâ ediyor demektir.

Tüm zerrenin, feleklerin, fezâların, göklerin aşk-ı ilâhî muhabbetiyle halkedildiğini ve her şeyin kendilerine izin verilen sahada, izin verildiği şekilde, hiçbir aşırılığa ve taşkınlığa sapmadan ölçü ve edep ile tavsîf etmesi fevkalâde misâldir.

Yasin Sûresi 38, 39, 40. ayetleri ne müthiş bir delildir bu cihette: "Güneş kendisine ait yerleşik bir düzene göre (yörüngesinde) akıp gider. Bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. Ay için de menziller belirledik; sonunda o, hurma salkımının (ağaçta kalan) yıllanmış sapı gibi olur. Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzüp gider."

Kamer'e nisbetle güneş daha kuvvetlidir lâkin asla ve kât'a kendisine müsaade edilen seviyeyi ve haddi aşmaz. Ben daha baskınım diyerek kamerin sahasına tecâvüz hadsizliğinde bulunmaz. Ve âlemdeki bu nizâm ve intizâm hep bu edep ölçüsü ve çizgisinde döner durur; şaşmaz.

Semâvâtta ve canlı cansız her zerrenin üzerinde bulunduğu mülkte dahi edebe riâyet bu denli mühim iken; nasıl olur da Cenâb-ı Hakk tekaddes Hazretleri'nin zâtına muhâtap kıldığı idrâk sahibi insan, sınırlarını aşarak edepsizliğe yeltenebilmekte ve edebin hudutları dışındaki fiillerde bulunma gafletine ve hadsizliğine cüret edebilmektedir?

Hem de yerden göğe, feleklerden meleklere her biri ahlâk ve edep üzerine devrân ve seyrân etmekte iken... Eşref-i mahlukât olan 'Hz. İnsan'ı, esfel-i safiline düşüren edep noksanlığı ne ile izâh edilebilir? 

Nasıl bir akıl(sızlık)? Nasıl bir irâde(sizlik)? 

Hangi cihetten bakılırsa bakılsın, insan bu dünyaya edepli olmak ve edebin gerektirdiği gibi yaşamak üzere geldi / gönderildi.

Şerrinden yüce Allah'a sığınırız; ilk edepsiz şeytân-ı lâin'dir.
Bir edepsizin nifâkı; insanlık âleminin ve tüm cemiyetin akîbetini tehdît etmekte, ateşe vermektedir. 

Çünkü şeytan, önceki tüm secdelerini kendinden, Âdem'e secde etmeyişini ise (haşa) Allah'tan bilmiş, akabinde yaptığı edepsizliğe özür beyân etmek, tövbe ve af dilemek yerine; kendisine zaman ve mühlet istemiş, nitekim de sonsuzlarca kaybedişini enaniyeti ve kibiriyle mühürlemiştir.

Buna karşılık ilk edebi takınan ise Hz. Âdem'dir (as); ruh-u şeriflerine selâm olsun. 
Allah kendisine; "Yâ Âdem, sen o ağaca yaklaşıp, ondan yemenin benden olduğunu bilmiyor muydun?" diye suâl ettiğinde, Hz. Âdem (as); "Yâ Rabbi, elbette ki senin kudretinle ve izninle oldu; ama kabahâti sana yüklemeye hayâ ederim" buyurarak hz. insan / âdem olmayı ispât ile zâhiren ilân etmiştir.

Edep; özünde ve hakikâtinde, Hakk katında kendi varlığının, benliğinin olmadığını aklen tahkîk, kalben tasdîk etmektir. Bu yüzden de kelime-i tevhidin menbâı; edeptir.

Vehmedilen her türlü varlığın aslında var olmadığının itirâfında bulunmak, ancak her şeye Hakîm olan Allah'ın var olduğuna ve tek olduğuna imân etmektir.

Öyleyse biz kulları her dâim O'na ilticâ eder, aşk ile O'ndan diler; yine O'nu dileriz...

Lûtfu sonsuz olan Rabbimiz ahlâkımızı ahlâk-ı hamidiye ile taltif eylesin.

Râsul-ü Kibriyâ Efendimiz (sav)’in edebinden cümlemizi nasîbdâr eylesin. 

Yüceler yücesi Halîk'ımız, ahlâk-ı Muhammedîye’ye tabî kılan fiillere cümlemizi muvâffak eylesin. 

Son nefesimize dek bu hâl ve ahlâk üzerine yaşatıp, ahvâlimizde takvâ libâsıyla tekrar bu hâl ile diriltmek üzere haşreylesin.

Ve bir gün ayrılırken bu âlemden, göklerde yankılanan vedâ kelâmımızı da yine kelime-i tevhîd eylesin...

Şanı pek yüce olan Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur!

Vesselâm...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol