Ana içeriğe atla

KELİMETÜ'T TAKVÂ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...


"Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey vardır. Ve siz orada süresiz kalacaksınız."
(Zuhruf, 71.)

Rabbü'l Alemîn'in orada / ahirette nefislerin arzu ettiği ve gözlerin görmekten haz aldığı nimetleri hazırlamıştır ve müjdelemiştir. Ya kalbin arzu ettiği nerede?

İrâde doğrultusunda kalp; tevhid, zühd, marifetullah ve muhabbetullah ile Kadîr-i Mutlâk'a yakınlıkta değilse nerede..?

İşlerin, fiillerin beşer eliyle olması fikriyâtından geçmedikçe bilinmez, hevânın hevesin zindanından kurtulmadıkça bulunmaz.

Dünyanın fâniliği, bir gün yok olacağı ve aldatıcılığıyla yüzleşmedikçe de işin içinden çıkılmaz.

Kalp, ihlâs ile hareket ederse Allah'a yakınlaşır, yakınlaşınca bilir, bilince hayrına veya zararına olan şeyleri görür. Neyin hakikat neyin riyâ olduğunu, neyin nefs ya da şeytana, neyin Hâlık'a ait olduğunu anlar, Allah'a yakınlaştıkça Allah'ın da kendisine yakınlaştığını hisseder.

O zaman ne yeryüzünde, ne gökyüzünde, ne dünyada, ne de ukbda Hakk'tan başka hiç kimseden, kendi şahsı da dahil; çekinmez, korkmaz, ummaz.

Ebu'l Kasım Cüneyd el-Bağdadî (r.a.)'ın "Benden bana ne?" dediği makamda, kendi varlığından kurtulan, o yakınlığa ermiştir. O makama ise ancak Allah'a teslimiyetle erilir, Allah da ona marifetini ilham eder.

Bu cihette Cenab-ı Hakk Hz. İsa'ya; "Ey İsa, Beni kaybetmekten sakın!" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. İsa; 
"Ey Rabbim! Bana bir şey tavsiye et" diye karşılık verdi.
Rabbü'l Alemîn; "Sana kendimi tavsiye ediyorum" buyurdu. 

Hz. İsa yine; "Bana bir şey tavsiye et" deyince Allah-u Teâlâ (c.c.) yine; "Sana kendimi tavsiye ediyorum" buyurdu ve şöyle devam etti: "Varlık yumurtadan çatlayıp, dinin kanadı seni kucaklayıncaya dek konuşman uygun olmaz. İşte o zaman çığlıklar sana etki yapabilir ve sen fazilet tohumlarını toplar ve bundan etkilenirsin."

Yani kişiyi Hakk'a çeken bir cezbe olmadıkça susmasıdır.
Edep ile Allah'tan korkarak ancak çıkış yolu bulunur, varlık yumurtası çatlar, hikmet tohumlarını bulur, Cenâb-ı Hakk'a kurbiyet kanadı onu sararak bağrına basar.
Çünkü mülkün sahibi ve dileyen ancak O'dur.

Habîb-i Kibrîyâ Efendimiz (s.a.s.) öyle buyuruyor: "İnsanlar uykudadır; ölünce uyanacaklar."

Ki; ölünce uyanan insan, ne bedbahttır.
Dünya metasına yaşayan, hiç yaşamamış gibidir..

Nefsine aşık olan; felaket celladına yenik düşmüştür.
Allah'ına ölmeyen; ölümü öldürememiştir.. 
Va esefâ...

Kendi irâdesinden yüz çevirmeyen; Hakk'ın irâdesini elde edemez.
Hakikî sevginin kâidesi; kişinin istek ve irâdesini terk etmesidir. 


Bu yüzden, Evvel olan, Âhir olan, Bâtın olan, Zâhir olan Allah (c.c.) öyle buyuruyor; "Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan uzak durun."

O'na tâbi olanlara ne mutlu!
Sebeplerin peşini bırakıp, tağutları terkedene ne mutlu!

Gerçek saha; takva sahasıdır. Takva sahipleri; kalpleriyle, sırlarıyla Allah'a tam bir ihlâs ile teslim olmuşlardır. Kalpleri vecd halindedir. O sahada artık arştan ferşe kadar hiçbir varlıktan çekinilmez olur. 
Artık orada yalnızca seven ve sevilen, isteyen ve istenen, zikreden ve Zikredilen vardır.

Cenâb-ı Hakk buyurmuştur ki; "Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvâsını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilhâm edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir."
(Şems, 8.)

Ayeti kerimede: “Fe elhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ” buyruğu anlatmaktadır ki; takvâ, fücûrdan yani kötülükten sonraya alınmıştır.

Nasıl ki Kelime-i Tevhid’in ilk cümlesinde; “İlâhlar yoktur” zikredilip, “İllaAllah vardır” tasdîkleniyor ise bu âyette de ilk olarak fücûr yani günahlar zikredilip ancak bunlardan tövbe ile vazgeçenlere takvâ bahşedileceğini müjdelenmektedir.

Bu makamdaki müteyâkkız takvâ sahibini, Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmi şöyle tasvir eder, der ki: "Gâfiller Allah’ı dünya semâlarında arar, âşıklar ise kalp semâlarında Hakk’ın Cemâlini müşahâde ile meşguldürler."

Onların kalpleri Cenâb-ı Hakk'ın irâdesinin yansıdığı, sırrının emânet edildiği yerlerdedir.

O teslimiyetten uzak kalpler ise; "Onlar sağırdır, dilsizdir ve kördür.
Onlar düşünmezler."

Velhasıl, meselenin özü odur ki; kalbin menşei takvadır.
Kalp sahibi her anında Allah'a ve Rasûl'üne teslimiyete muhtaçtır.
Bu da emredilene uymak, nehyedilenden kaçmakla mümkündür.

Allah'ın sevdiğini O'nun için sevmek ve Allah'ın razı olmadığına O'nun için buğzetmektir.

Arş-ı rahmanında zikreden melâike-i kiramın tesbihat, ta’zimatına mukabelede bulunarak cemâlinin iştiyakını, kullarına ezelden bahşeyleyen, ebedî cemâlini aciz kullarına göstereceğini, vaad-i sübhâniyesiyle tasdik eyleyip mühürleyen; Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Kemâl tekaddes hazretleri Rabbü’l Alemîn'e, O'nun razı olduğu ve dilediği şekilde sonsuz hamd-ü senâlar olsun.

Makâm-ı Mahmud tahtının şâhı, şefââtkânımız, yegâne penâhımız, Râsûl-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.s.)'e onun pak âline, ashâbına ve etbâına âlemler, nefesler adedince ve sonsuzlarca sâlât ve selâm olsun. 

Vesselâm...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol