Ana içeriğe atla

AŞK-I HAKÎKÎ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...


"Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder."

Cenâb-ı Hakk, yegâne muhatabı insanın gönlüne muhabbeti yerleştirmiştir ki; esma ve sıfatları bilinsin ve Zâtı lâyıkıyla sevilebilsin. O kalp, o muhabbetle öyle bir genişliğe sahiptir ki; ezelî ve ebedî olan O Hazîne-i Rahmet'in, cemâl ve kemâlinden başka hiçbir şeyle tatmîn ve mutmaîn olamaz.

Mahlukâtın, kendisiyle ve kendisi için var edildiği biricik hakÎkât; yalnız Allah'a (c.c) aşk ve muhabbet ile ibâdet etmektir. Bu, kişinin sevgisinin, bağlılığının, itââtinin, teslim oluşunun, O'na karşı acziyetinin; emir ve yasaklarına tam riâyeti gibi muhabbeti ve kulluğu gereği eda etmesinin en kemâl noktasıdır. Aşkın bu kemâl noktası da ubûdiyettir; züll, boyun eğme ve mahbûba teslimiyettir.

Göklerin, yerin, dünya ve ahiretin, tüm zerrenin ve eşyanın hakikâtinin uğruna yaratıldığı sır budur:

"Biz, göğü ve yeri Hakk ile yarattık."
(Hicr, 85.)

"Göğü ve yeri bâtıl/boş yere yaratmadık."
(Sa'd, 27.)

"Sizi abes yere yarattığımızı mı sanıyorsunuz?"
(Mü'minûn, 116.)

Allah tekaddes hazretleri, bu hakîkât uğruna; nebîleri göndermiş, kitapları indirmiş, cennet ve cehennemi yaratmıştır.
Ve böyle bir teslimiyet; Allah'a (c.c.) en sevimli gelen şeydir.

Ulvî ve süflî âlemler irâde ve aşka tâbidir. O aşkla ve O aşk için kâinat döner durur.

Âlemde sebebi ve hedefi aşk ve irâde olmayan hiçbir şey yoktur ki; aşksız ve irâdesiz hareket edebilsin.

Özünde aşkın hakikâti; aşığın, mahbuba/sevgiliye doğru akmasıdır.
Aşk; sükûneti olmayan bir akıştır.

Tohumdan çıkılmadan, benlik dâiresi edeple kırılmadan aşktan; yani âlemlerin Rabbi'nden ve âlemlere rahmet olarak bahşedilen o nûrun alâ nûrdan bahsedilemez.

Her şeyi kendi âleminden ibaret sanmak; diğer canlılardan bir adım dahi öteye geçememe felaketidir. İliklere kadar işleyen o hakikâte adanmadıkça; tek olan Yaratıcı bilinmez. O bilinmedikçe; O'nun tüm kâinatı yarattığı muhabbetin zerresinden dahi haberdar olunmaz.

Sonsuzlarca yıldız ve galaksinin içinde, gözle görülemeyecek bir zerrede, o zerrenin de içerisinde ayırt edilemeyecek bir toz taneciği hüviyetinde, hiçlik âleminde; ama içindeki zerreden melekler, felekler ve cümle âlemler o aşk ile görülmekte, bilinmekte ve idâre edilmekte...

Ancak o mânâyı kuşanarak kâinatlar aşılabilir.
Ancak o zaman; "Biz ona ikrâm ettik" buyruğuna muhatap olunabilir.

İmân, ihlâs ve teslimiyet ancak hakikî varlıktan haberdar olup, bu oluşla kendi fâni varlığından soyunarak; ötesine aşkla geçebilenler içindir.

Ki elbette Cenâb-ı Hakk, bunun bilinebilmesi ve kulunun da buna muhatap kılınması için husûsi izzet, şeref ve vakara; dahası bu imânî muhabbete hz. insanı mazhar kılmıştır.

Çünkü O kulunu, kulunun O'nu istediğinden daha çok istemiş ve murâd etmiştir.

Kulun O'na muhabbeti, kalpten duyduğu sevgisi, aşkı aslında O'nun kuluna cânından da, şah damarından da daha yakın oluşundandır.

Bundandır ki; insanın yokluğu dahi yokluk olarak bilinmezken, O ezelî mahbup kulunun varlığını Zâtına muhatap olarak dilemiştir.
Kulunun bilmesini, bulmasını, olmasını yalnız O istemiştir.

O Rabbü'l Âlemîn, merhameten ve muhabbeten kuluna yine onun cinsinden ve âleminden bir nûr bahşetmiştir. O nûru yine bizzat Zâtı sahiplenmiş ve Zâtına âit olduğunu tüm kâinata ilân etmiş, tasdîklemiştir.
O'ndaki ehâdlik, sırr-ı Muhammedî ile aşka bürünmüştür.

"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl?"


Dolayısıyla gönülden gönüle yol var ve o yolda Allah'ın mümin kullarının kalplerine ilham kıldığı "Rahman" isminin tecellîsi nûranî bir aşk var.

Bu öyle bir cevher ki; akıl sezemiyor, kestiremiyor, yakınından bile geçemiyor; ama kalp hissediyor ve diyor ki: "Bu değil benim maksûdum; ancak Sensin."

Ancak O'dur; Hâlık-i Hakîkî...

Aslolan aşktır, muhakkak ki her şey aslına rücû edecektir.
Aslına rücû etmeyen vasıl olur mu Hakk'a?

Velhasıl, aşığa edep gerek diyerek sözün özünü Yûnus'a bırakalım, o da yerimize desin ki:

"Mecnûn'a sordular Leylâ nice oldu?
Leylâ gitti adı dillerde kaldı,
Benim gönlüm şimdi bir Leylâ buldu;
Yürü Leylâ ki ben Mevlâ'yı buldum,
Leylâ Leylâ derken Allah'ı buldum..."


Allah-u Teâlâ kuluna her şeyiyle kâfidir.
O ne güzel Mevlâ ve O ne güzel Vekîldir.
Sonsuz hamd, nihayetsiz şükür ancak ve yalnız O'nadır...

Âlemleri nûruna garkeden ol Fahr-i Âlem, Habîb-i Hüdâ Peygamberimiz; Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s) Efendimiz’e, O'nun âl ve ashabına da kalbî muhabbetle; sonsuz sâlât-ü selâm olsun.

Vesselâm...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol