Ana içeriğe atla

AHLÂK-I İLÂHİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla..


Her türlü tâzîm Allâh’a mahsus ve hamd de yalnızca O’nun hakkıdır.

O'na, O'nun razı olduğunca sonsuz şükür, arzın medâr-ı iftihârı Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'e sonsuz sâlât-u selâm ile...

"Gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin."
(Kalem, 4.) 

Ahlâk; muhteviyatı itibariyle dinî, felsefî, siyasî, ailevî, içtimaî hatta hayatın her alanına vakıf geniş açılımlı ve çok yönlü bir kavramdır, ötesidir.

Esasen ahlâkın en mühim vechi; İslâm'ın mihenk taşı kabul edilen "tevhid"in özüdür.

İmam Mâlik b. Enes'in 'el-Muvatta' isimli eserinde ahlâk üzerine bahsedilirken kâinatın biricik incisi Râsûl-ü Zişân Efendimiz (s.a.s.)'in; "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" hadisi rehber olmakta, imân dolu kalplerde açılımlara ve gönüllere ferahlık veren feyzlere vesile olmaktadır.

İnsan, etten, kemikten, kan ve kaslardan mütevellit olan ve fiziken atom ve moleküllerin muntazam bir nizam, intizam ve ahenkle bütünleştirilip birleştirildiği beden, bu kâinattan, farklı bir deyişle ulvî değil; suflî olan, mutlak değil; izafî olan sarf malzemesinden var edilmiştir.

Bir bakıma bu suflî bileşen, emanet olarak ruha giydirilen beden elbisesi veya tasavvûfî deyimle hicâbtan başka bir şey değildir.

Öyle ki; eğer kesif olan beden, lâtif olan ruhu esir alır ve ona nefsinin her istediğini yaptırır hâle gelirse işte o zaman düzen bozulur, kaos ve kargaşa ortamı tüm sahte aktörleriyle sahnelenir, içten dışa ahlâkî çürüme ve yozlaşma artık engellenemez bir hâl alır.

Beraberinde sosyal, siyasî ve her alanda yozlaşma ve yabancılaşma baş göstererek, yolsuzluklar, haksızlıklar birbirini izleyerek, toplum olarak, cehâlet ve zulmün pençesinde çaresiz kalarak, köşe kapmacacıların köşe başlarını gaspettiği bir ortamda, yabancı kültürlerin hâkîmiyeti altına girmiş, millî, manevî tüm değerlerini kaybetmiş bir gürûhtan başka hiçbir şey kalmaz.

Halbuki aslolan mesele; kesif olan aciz bedenin, sahte istek ve yalancı arzuların, ihtirasların hükmedici boyunduruğundan kurtulup, sonsuz özgür olan latif ruhun hakîmiyetine girmek, hakîkî mânâda teslim olmaktır.

Nefis terbiyesi ve gönül tasfiyesiyle güzel ahlâka kavuşmak; lâtifin kemâl, yani olgunluk mertebesine ulaşmak ve onda istikrar ile ilerlemesi demektir.

Hülâsâ, dünyanın bir imtihân mekânı olduğu, kimin daha 'ahlâklı', daha ihlâslı, daha takvâlı, daha kâmil, daha salih amel işlediğini denemek için hayatı ve ölümü halk edenin hiç şüphesiz Allah tekaddes hazretleri olduğu, yüce rehberimiz Kur'an-ı Kerîm'de aynen açıklanmıştır: 

"Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. O; Azîz'dir, Gafûr'dur..."
(Mülk, 2.)

Aynı bahsi, üstadımız Bedîüzzamân Said Nursî Hz. 30. Söz'de en veciz bir şekilde yine şöyle tahkîk, tasdîk ve takdîr etmektedir:

"Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı ilâhiye ile secaya-i hasene ile tahallûk etmekle beraber; aczini bilip, kudret-i ilâhiye iltica, zaafını görüp kuvvet-i ilâhiye'ye istinat, fakrını görüp rahmet-i ilâhiye'ye itimat, ihtiyacını görüp gınâ-i ilâhiye'den istimdat, kusurunu görüp aff-ı ilâhiye'ye istiğfar, naksını görüp kemâl-i ilâhiye'ye tesbihhan olmaktır."

Açıkça beyan buyrulduğu üzere, insanlığın yegâne gayesi, hedefi, amacı ve ideâli; hatta eşref-i mahlûkât olmanın asli vazifesi, ahlâklı olarak, iyi ve faydalı amellerle ahlâkının mertebesini yükseltmek ve istikâmet üzere olmaktır.

Güzel ahlâkın kantarı da hiç şüphesiz ki; bilmektir.

Habîb-î Kibriya Efendimizin de (s.a.s.) buyurduğunca: "Nefsini bilen; Rabb'ini bilir..."

Çünkü insan ancak nefsini bildiğinde, kendi derunî aslına, yani varlığın özüne eriştiğinde Rabbini hakkıyla müşâhede eder ve bilir. Hakîkî varlığın yalnız Cenâb-ı Hakk'a ait olduğunu, O'nun dışında asla ve kat'a hiç bir şeyin var olmadığını, tasdîk ile kavrar ve neticesinde ölmeden önce ölür...

Marifetullah bu muhabbetin ilmidir. Bu ilim, yalnızca akletmek değil; gönülden tam bir teslimiyet, ihlâs ve takvâ ile her ân Cenâb-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarının, kendi özüne yansımasındaki tecellileriyle hemhâl olmak, farkındalığı ve takdîri en üst seviyeye çıkararak yaşamaktır.

Yaşamak, yaşamak ise; tam da budur.

Es Sehmerani Hz.nin ifadesince, ahlâkı güzelleştirmek ancak ilimle mümkündür. Bunu şöyle izâh etmektedir:

"Tasavvuf, Hakk'ın rızasını kazanmak ve ebedî saadete ulaşmak için nefsi terbiye etmekten, ahlâkı güzelleştirmekten, içi ve dışı tenvîr etmekten, sûreti ve sîreti tezkiye etmekten, insan ruhundan, imândan, ihsândan ve dolayısıyla Allah'tan ve bu konularla ilgili olarak nefisle mucâhededen, riyâzetten, mükâşefeden, müşâhededen, makamdan, hâlden vb. hususlardan bahseden bir ilimdir."

Öyle ya; "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
(Zümer, 9.)

Yalnızca okuma yazmanın ilim sahibi olmaya yetmediğini de zarif tespitiyle, Mevlana Hz.'nin Fihî Mafîh'inden hatırlayalım:

"Mustafa'ya (a.s.m.) ümmî derlerdi. Onun ümmiliği, yazı yazmaya ve ulûma (ilme) muktedir olmamasından değildir... Kamer üzerine yazi yazan; kâğıt üzerine yazı yazmasını nasıl bilmez?

Âlemde onun bilmediği ne olabilir? Çünkü herkes ondan öğrenir. Cüz'î aklın vukûfu olur da, küllî aklın vukûfu olmaz olur mu?"

Aslına bu cihetten bakılacak olursa, tüm bilgiler bu mahiyettedir; yani sonradan iktisab edilen, kazanılan öğrenilendir. 

En güzel misâlini yine yüce rehberimiz Kur'an-ı Kerîm'den tasdîk ve takdîr ediyoruz:
"Hâbil'i öldüren Kabil'in onun cesedini gömme işini, Allah'ın gönderdiği bir kargadan öğrenmesi..."
(Maide, 31.)

Emânet ve muvakkât, yani kalıcı değil geçici.

Yani asıl kaynağın, özün, tüm ilimlerin ve her şeyin Allah'a ait olduğunu bilmek.

Velhâsıl, ahlâka ayna tutan; bilmek, kavramak, takdîr etmek, irfanî boyutta ilim sahibi olmak, 'marifetullah' ilmi olan Allah'ı tanımak ve bilmek olan vukufûyeti merkeze alacak bir hedef ve bu hedefe ulaşmak gayesi olmalı, böylelikle kemalâta erişmek esas alınmalıdır.

'Sıratü'l Müstakîm' olan 'doğru yol' ancak budur. 

Vesselâm...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜNEŞ GİBİ AÇIK

  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır.    Kur’ân- ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.   “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)   Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir.    Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir. Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.)    Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden

SONSUZ SAFSATA: EVRİM

Evrim hurafesi/safsatası; sahte bir bilim ve modernizm görüntüsü altında, şeytanlar ve nefs-i emmareler tarafından insanlığa yutturulmak istenen sonsuz bir ahmaklıktan, cehâletten, sonsuz bir alçaklık, ihânet ve zilletten başka bir şey değildir. Gerçek mânâda insan aklının bu hurafeleri analiz ederek ispatlı bir şekilde kabullenmesi sonsuzun ötesi imkansızdır. Allah’ın varlığının, birliğinin, Kur’ân’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğunun ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Râsûl’ü olduğunun delilleri ve ispatları sonsuzdur. İnkârın ise hiçbir delili yoktur. Ve bu sonsuz kere sonsuz kesindir. Evrim; maddi veya manevî/ruhânî bir varlığı asla olmayan bir şeye hem fizikî veya ruhânî bir varlık verip hem de ona Allah’lık vermektir. O zaman ya her atom ilâh diye kabul edilir ya da hiçbir maddi veya ruhânî bir varlığı olmayan “zaman”, ilâhi bir varlık olarak ilân edilmiş olur. Ve bu ilâhın adına da “evrim” denilmiş olur. Yani her atomu zorunlu olarak “Allah” olarak kabul etmeye mahk

UBÛDİYET-İ KÜLLİYE

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-ü senâ, Râsûl-ü Kibriya Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun. İstikâmet; sırât-ı müstakîmdir. Bu yola yalnızca Allah için çıkılır. Farklı bir ivaz garaz, menfaat maslahat güdülmez. Bunlardan herhangi biri olsa; "O" vuslat olmaz. Aşık ile maşuk arasında yabancı istemez.  Allah tekaddes hazretlerine ancak Allah ile erişilir. Halk sevgisi, Hakk sevgisine üstün, mâsiva hakîkâte baskın olduğu müddetçe yakınlık yani kurbiyete ulaşılmaz. Maddeden mânâya, cesetten ruha geçilmez.  Bir yanda isteyen, bir yanda istenen olmaz; bu yüzden aradaki kendinden de geçmedikçe de bunların hiçbiri anlaşılmaz. Sende var olan cüz'î irâde bunun için. Cenâb-ı Hakk'tan yardım dileyerek ve O'nun inâyeti ile nefsini tezkiye etmen, arındırman, kalbine yerleşen putları çıkarman için. Allah'ın dışındaki her şeyi tahkîk ettiğinde ancak kavrayabilirsin; bütünü de, zerresi de hiçtir O'nsuz.  Fânilerden fâni ol